19 Nisan 2009 Pazar

İstifa Dilekçesi Kime Gitti?

Bunu çok öncelerden dinlemiştim. Beni epeyce bir etkilediğinden paylaşma düşüncesi vardı aklımda, ama Mehmet Akif kitabının bir kesitinde(aşağıdaki yazı) bunu da anlatınca çok beklemeden paylaşmaya karar verdim. Aşağıdaki yazı kitabın 141.-144. sayfaları arasında geçiyor, ses dosyasına ulaşmak isteyen olursa bu adresi ziyaret edebilirler.

     …Milleti için giriştiği İstiklal Mücadelesi’ni arkadaşlarıyla beraber kazanmış, bu mücadelenin tam kalbinde, birinci Mebuslar Meclisi’inde bulunmuş, milleti için istiklal marşını yazmış olan Mehmeh Akif, Ankara’daki görevinin bittiğini anlayınca evini barkını toplayıp esas yurduna, çocukluğunun gençliğinin geçtiği, babasının mezarının bulunduğu İstanbul’a döndü.
     Adeti üzerine sabah zamazının vaktinden çok önce uayanan Akif, kalkıp güzelce abdest aldıktan sonra Sultanahmet’in yolunu tuttu. Cami daha namazın kılınmasına çok olduğu için oldukça tenhaydı. Mehmet Akif, her zamanki alışkanlığıyla eline Kur’an-ı Kerim’i alıp bir kenara oturmuştu ki mihrabın köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlayan ihtiyar bir adam dikkatini çekti. Bu saçı sakalı ağarmış adamı birkaç haftadır burada görüyordu. Her sabah ne kadar erken gelirse gelsin kendisinden önce buraya gelen ve mihrabın bir köşesine yerleşmiş bulunan bu ihiyar adamı ağlar halde bulunuyordu. İlk zamanlar, bir sıkıntısı vardır, geçer de sonra oturur dertleşiriz, diye düşünmüş; ama bu ihtiyar zatın günlerdir hiç susmadan, durmadan ağladığını görünce derdinin öyle küçük olmadığını anlamıştı. Elindeki Kur’an’ı aldığı yere koyarak ihtiyar adamın yanına gitti. Ona derdinin ne olduğunu soracaktı; ama ihtiyar adam durmadan ağladığı için bir fırsatını bulamıyordu. Mehmet Akif, sonunda adamın hıçkırıklarına dayanamayarak elini omzuna attı ve : “Muhterem, Allah’ın rahmetinden insan bu kadar ümidi kesmiş olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?” İhtiyar adam Mehmet Akif’e sadece: “Beni konuşturma, kalbim duracak gibi oluyor!” dedi ve hıçkırıklarını biraz daha hızlandırarak ağlamasına devam etti. Mehmet Akif, hem daha çok üzülmüş hem de adamın ağlamasının sebebini daha çok merak etmiş olduğu için ihtiyara tekrar sordu: “Allah, kendisine şirk koşup da tövbe edenleri bile affediyor. Bak, sen camidesin, Müslümansın. Çaresi olmayan hiçbir dert yoktur. Kendine niye bu kadar zulmediyorsun?”
İhtiyar adam, bu kişinin meseleyi öğrenmeden kendisini rahat bırakmayacağını anlayınca çaresiz başından geçenleri anlatmaya başladı: “Ben Abdülhamid cennet mekânın devrinde orduda binbaşıydım.”
     Bu ihtiyarı Allah göndermişti. Mehmet Akif, sabah yol boyunca hep Abdülhamid’i düşünmüş, onun hakkında yanlış düşüncelere sahip olabileceğini geçirmişti aklından. İşte şimdi Allah karşısına belki de Abdülhamid hakkındaki düşüncelerini bir zemine oturtacak birini çıkarıştı. Bu adam Hızır mıydı neydi? Herkesin Kızıl Sultan dediği Abdülhamid’e, cennet mekân diyordu. Yok yok bu adamda bir iş vardı.
     Mehmet Akif adamı dikkatle dinliyordu. “Cennet mekân devrinde, elimden geldiği kadarıyla ordumuza, dinimize ve milletimize hizmet ediyordum. Annem babam ihtiyardı. Fakat hali vakti yerinde bir aile olduğumuz için onlara bakacak bakıcılar bulmuştum, içim rahat bir şekilde ordumuza hizmet ediyordum. Gün gelip cade dolup her ikisi de vefat edince o kadar mal mülk, servet sahipsiz kaldı. Ben de servetimiz payimal olmasın diye bir istifa dilekçesi yazıp gödnerdim. Dedim ki, annem babam vefat etti. Onlardan kalanlara sahip çıkacak birine ihtiyaç var. Ailemizde benden başka kimse kalmadı. Ben bundan sonra devletimize ve ordumuza malımla, paramla hizmet etmek istiyorum, kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum.
     Aradan çok geçmeden bana Abdülhamid Han’dan bir yazı geldi. İstifamın kabul edilmediği yazıyordu. Bunun üzerine ben bir dilekçe daha verdim ama  bana yine aynı cevap geldi. Bu işi bizzat padişahın huzuruna çıkarak halledebileceğime karar verdim. Benim gibi sıradan bir binbaşının onun huzuruna çıkması pek mümkün değildi. Biraz düşününce bunun da çaresini buldum. Cennet mekân padişahımızın yaveri olan Meded Efendi’yle tanışıklığım; hatta muhabbetim vardı. Onunla uzun zaman aynı yerde kalmayı Allah bana nasip etmişti. Meded Efendi, Allah rahmet eylesin muhterem bir zattı. Benim isteğimin yerine getirilmesi ne kadar güç olsa da beni çevirmedi. Ben de böylece Meded Efendi’nin vasıtasıyla cennet mekânın huzuruna çıktım. Efendim, dedim. Ordudaki görevimden azlimin kabulünü istirham edeceğim. Durumumu uzun uzun anlattım. Vatanıma ve dinime artık malımla mülkümle hizmet etmek istediğimi, malımızın mülkümüzün zayi olmaması gerektiğini söyledim. Cennet mekân derind erin düşündü. Belli ki istifa etmemi istemiyordu. Çok düşündü; istifa etmeme karşı olduğunu söyledi. Ancak ben çok sırar edince ısrarıma dayanamadı. Öfkeli bir edayla elinin tersiyle beni iter gibi: “Haydi istifa ettirdik seni!” dedi. Ben, huzurdan müsade alıp çıktıktan sonra yarı sevinçli yarı üzüntülü üşümün başına döndüm. Sevinçliydim; çünkü ailemden kalan mal mülk heba olmayacaktı, istifamı kabul ettirip bunların başına geçecektim; üzüntülüydüm, çünkü cennet mekân içinden gelerek değil de istemeye istemeye, dilinin uzuyla istifamı kabul etmişti. Ordudan istifa edince dünyalık işlerle meşgul olmaya başladım. Ama ne olduysa bir gece oldu. O gece mana aleminde orduların teftiş edildiğini gördüm. Yer, Yıldız Sarayı idi. Efendimiz, Yıldız Sarayı’nın önünde durmuş, geçen Osmanlı ordularını teftiş ediyordu.
     Osman bey zamanından beri bütün ordular Efendimiz’in önünden geçiyor, bütün padişahlar da orduları hakkında Efendimiz’e malumat veriyordu. Osmanlı padişahilarının ileri gelenleri hep oradaydı. Cennet mekân padişahımız Abdülhamid Han da edeple ellerini önüne birleştirmiş Efendimiz’in biraz gerisinde duruyordu. Bütün ordular geçtikten sonra sıra bizim orduya gelmişti. Abdülhamid Han, bütün birlikler hakkında Efendimiz’e malumat verdi. Derken sıra benim birliğe geldi. Benim birliğim başında kumandanı; yani ben olmadığım için darmadağınıktı. Efendimiz biraz üzgün, biraz kızgın bir simayla Sultan Abdülhamid’e dönüp: “Abdülhamid, nerede bunun kumandanı?” dedi. Abdülhamid Han da: “Ya Resulullah, çok ısrar etti, istifa ettirdik.” dedi. İşte bu söz üzerine Efendimiz’in söylediği söz benim iflahımı kesti: “Senin istifa ettirdiğini bizde istifa ettirdik!” buyurdu Efendimiz. Şimdi söyle, ben ağlamayım da kim ağlasın?
     Bu soru Mehmet Akif üzerine sanki şimşek etkisi yaptı. Onun da gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bu defa şaşırma sırası ihtiyar adamdaydı. Kendisiyle hiç alakası olmayan bir meseleye bu adam niye ağlıyordu. Tabi bunun cevabını bilemezdi. İhtiyar adam böyle düşünedursun Mehmet Akif, kendi içi muhasebesini yapmıştı bile. Uzun yıllardır. Abdülhamid hakkında beslediği olumsuz düşüncelere ağlıyordu. Bir süyayla amel edilmezdi ama işin içinde Efendimiz vardı yani bu rüyanın sadık bir rüya olduğu kesindi. Mehmet Akif, bu düşüncelerle, ihtiyar adamın şaşkın bakışları arasında göz yaşı dökmeye devam ederken cami sabah namazına gelenlerle dolmuştu. Müezzin sabah namazının sünneti için çağrıda bulunuyordu. İhtiyar adam ve Mehmet Akif, sabah namazının sünnetini kılmak için saflara karıştı…

Hiç yorum yok: